28.10.2015

İlk orucum

İlk orucumu doku yaşında tuttum. Bu da ömrümde hiç unutamayacağım günlerden biridir. Oruç ben yaşta çcukların ifasına tahammül edemedikleri büyük sevaptır. Eğer bir gün tutmaya dayanabilirsem hacı ninem büyük babamın anası, bu orucu benden bir mecidiyeye satın alacaktı. Çünkü küçüklerin oruçları büyüklerinkinden daha daha makbul olduğunu söylüyordu.

 Ben yirmi kuruşun, bu büyük kazancın tamahıyla tutmaya karar verdim. Fakat büyük validemle teyzem "Zayıftır, dayanamaz" itirazında bulunuyorlar, yalvarıyordum, yakarıyordum beni sahura kaldırmıyorlardı. Kaldırsalar da elimden tutup sofra başına getirinceye kadar tekrar uyuyormuşum. Nasılsa bir akşam hacı ninemle mukaveleyi sağlayarak sahur yemeğe muvaffak oldum. Sofradan kalktık. Beni kıbleye karşı durdurdular, yarının orucuna niyetlendirdiler. Ben o günü iftar topu patlayıncaya kadar hiç bir şey yememeye Allah'ın kullarına karşı söz verdim. Bu taahhüdün ifasının benim gibi midesi zayıf, çelimsiz bir çocuk için ne müşkül, ne müthiş olduğunu bilmiyordum.

 Bu sevaplı niyetten sonra büyük bir sevinçle döşeğe yattım. Sabah oldu, ben bermutat erkenden dipdiri kalktım. Oyuncaklarımla oynadım, aşağı yukarı indim çıktım. Bahçede gezindim. O şen, velveleli Ramazan gecesinin bu sessiz sabahı ne kadr kasvetli, sıkıntılı oluyor. Yavaş yavaş sahurun tokluğu geçerek içim ezilmeye başladı. Öğley doğru sabrım tükendi. Git gide açlığım tahammülfersa bir rdeeyi buldu. Aç kedi gibi önünde dolaştığım dolptan ne güzel kokular geliyordu. Her sabah orada karnımı doyururdum. Dolabı açtım, kapısı gıcırdadı. İftardan kalma reçeller, sucuklar, sahur artığı köfteler, el sürülmemiş kaselerde hoşaflar vardı. Hepsinin kokusu misk gibi burnuma doldu. Baygınlığım arttı, Allah'a verdiğim sözü düşündüm... Nal gibi mecidiyeyi gözlerimin önüne getirdim... Hayır... Hayır, midemin ıstırabı her şeye galip geliyordu. Üç, dört köfte ile bir pide parçası aşırıp gidip bahçenin kuytu bir köşesinde yemeye karar verdim. Büyük, pek büyük bir günah işlediğimi biliyordum. Helecanlar içinde elimi sahana uzattım. Arkamdan menhus bir ses çıktı:
-Hu, küçük bey ne yapıyorsun orada ayol? Bugün sen oruçlu değil misin?
Döndüm baktım. Ah, sesi kısılaccısa fellah.. Nezahat arkamda simsiyah upuzun duruyor. Arap'la zıtlaşacak dakika değildi. En tatlı sadâ-yı istirhamımla:
-Dadıcığım ayaklarını öpeyim, kimseye söyleme
-A, olur mu hiç? Günah değil mi?
-Akşam hacı ninemden bir mecidiye alacağım
-Yarısını bana verirsen söylemem
Mecidiyeyi bütün bütün kaybatmektense yarısını kazanmak her hâlde karlıydı, parayı bölüşeceğimi Arap'a vaat ettim.

 O akşam orucumun şerefine iftarda Çerkez Tavuğu, kaymaklı güllaç vardı. Haci ninem hususi dolabından bir kutu devâ-yı misk çıkarmış, bitişik Mustafa Paşa'nın hanımı orucumun sevabına iştirak için beni taltifen kocaman bir maden tabakla ince has baklava göndermişti.

 İftar zamanı yaklaştı. Sofraya dizildik. Ben Hacı Ninemin yanında idim. Bu doksanlık kadının gözleri iyi seçmezdi. Bütün şefkatiyle yüzüme baktı:
-Bu oğlanın benzi limon gibi sararmış. Yavrucak hiç de şikayet etmedi dedi. Gözlerim karşımda duran Nezahat'a kaydı. Arap iri dudaklarını yutacak gibi ağzının içine alarak boynunu yana yatırdı. Kahkahalarrını birer birer içine sindiriyordu.

 Top gürledi. Hacı Ninem zemzem fincanını evvela benim dudaklarıma uzattı, sonra kendi ağzına götürdü.

 Üç gün sonra Hacı nineme on kuruşa bir oruç daha sattım. Giderek mübarek savmım ucuzluyordu. Birincisi gibi ikincisinin bedelini de Nezahat ile paylaştık. Çünkü artık sahtekarlık sırdaşlığı ikimizi birbirimize bağlamıştı.

 Masumane bu küçük vakanın içinde emniyeti suistimal ile raşi bir de mürteşi vardı. Bozuk oruç satmak ne tatlı bir günh işlemekti. Ah, bu hayatın ifsadı insanı ne küçük yaşta kavrıyor.

Hüseyin Rahmi Gürpınar, İkdam, 13 Ramazan 1338/1 Haziran 1920

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder